TKP Genel Sekreteri Kemal Okuyan muhalefet partilerinin uluslararası alandaki politikalarını, Batı’yla ilişkilerini güçlendirme stratejisini ve bunun Türkiye’ye yansımalarını değerlendirdi.
Okuyan “Muhalefetin anlamadığı” başlıklı yazısının tamamı şöyle:
Toplumun ezici çoğunluğunun temel gündemi hayat pahalılığı. Uzun süredir böyle, son dört aydır mutlak olarak böyle.
Koşullar böyleyken muhalefetin ne yapmasını beklerdiniz? Örneğin son iki yıl sürekli “erken seçim” talep etmişken, toplumdaki tepkileri hiç değilse bu talep doğrultusunda harekete geçirmeyi denemesi muhalefet açısından mantıklı olmaz mıydı?
Daha önce çok söyledik, halkın tepkisini sokağa taşımak devrimcilik kriteri değildir. Dünyada düzen partisi olduğundan hiç kuşku duyamayacağımız birçok parti hayat pahalılığı, yolsuzluk gibi başlıklarda protesto gösterileri düzenlemekte ya da kitle eylemlerini kendi hanelerine yazmaya çalışmaktadır.
Devrimci oldukları için değil. Düzeni korumak için!
Avrupa’yı bir kenara koyalım, bugün Sri Lanka, Pakistan gibi Asya ülkelerinde düzen muhalefeti, düzen dışı muhalefetin önünü kesmek için sokağa çıkmaktadır.
Bizde ise, CHP ve İYİP hayat pahalılığına karşı TKP ve başka örgütler protestolara başladıkları anda “provokasyona gelmeyin” diye halkı eve kapanmaya çağırıp sonra da gazı almak için birer adet miting yaparak olayı halletmişti.
Bizim için iyi… Halk bunların kime hizmet ettiğini görüyor, düzen muhalefeti aradan çekiliyor.
Bizim için kötü… Halkın içinde seçimi beklemenin en doğru tercih olduğunu düşünen hâlâ geniş bir kesim olduğu için toplumsal atalet güçleniyor, hoşnutsuzluk kötümserlik ve çaresizliğe dönüşüyor.
Peki neydi 4’lü ya da 6’lı muhalefetin hesabı?
Halkın tepkisini sandığa kilitlemek, biraz da bu sayede emperyalist merkezlerin ve patronların gözüne girmek, ayrıca önümüzdeki dönem ihtiyaç duydukları AKP kökenli enerjinin yönetilebilmesi için normalleşme sağlamak.
Bu soruya birden fazla düzlemde yanıt verilebilir. İlerleyen günlerde değişik boyutlarına değinirim ama bugün muhalefetin bu dönem ve bu coğrafyanın en belirgin özelliğinden bihaber olduğunu anlatmak istiyorum.
“Derin stratejist Davutoğlu, devleti bilen Akşener, uluslararası piyasaların adamı Babacan, ittifaklar ustasına dönüşen Kılıçdaroğlu”nun bir ezberi var: Erdoğan kendisini iktidara taşıyan batılı ülkelerin ve batı ile ekonomik-siyasal entegrasyondan yana olan sermaye çevrelerinin güvenini yitirdi; şimdi sıra bizde!
Bir bakış açısıyla çok doğru. Bugünkü muhalefet tam da bu kesimler tarafından bir araya getirildi ve iktidar alternatifi yapıldı. Dolayısıyla parayı elinde tutanlar kendilerini sağlama almış durumda.
Ancak… Bugünkü gelişmişlik düzeyiyle Türkiye kapitalizminin 2000’lerin başındaki türden bir “batı” entegrasyonunu yaşamasının önünde birden fazla engel var. Türkiye burjuvazisinin en Atlantikçi kesimleri dahi bu tür bir yönelime girilmesini istemiyor. Türkiye ekonomisinin enerjideki Rusya bağımlılığını bir kenara koyduğumuzda ana partneri olan Avrupa ve Kuzey Amerika’ya mutlak siyasal ve ekonomik angajman durumunda vites küçültmek zorunda kalacağını herkes biliyor. Dolayısıyla batıyla gerilimlerin düşürüldüğü ama bunun dışında elde edilen hareket alanının korunduğu bir konumlanış TÜSİAD dahil, bütün sermaye çevrelerinin arzusu. Burada sanıldığı gibi yeşil, sarı, mor sermaye ayrımı yok…
Herkes Macaristan’da Orban’ın 6’lı muhalefete karşı başarısını konuşuyor. Mesele gayet açık, ABD ve Avrupa Birliği’nin kendilerine bağladıkları üçüncü ve hatta ikinci kuşak ülkelere sunabileceği hiçbir şey kalmadığı için Orban ve diğer sağ popülist liderler kazanıyor.
Macaristan Avrupa Birliği’nden kopamaz, ülke ekonomisine, sermayenin yapısına bakarsınız bunu hemen anlarsınız. Ancak Macaristan’da hükümet yavaş yavaş gelişen Macar sermayesine alan açabilmek için, ülkeyi kendi arka bahçesine çeviren Alman ve diğer AB şirketlerinin alanını azıcık da olsa kısıtlamak zorunda. Avrupa Birliği, bu süreci durdurmaya çalışıyor ama beceremiyor.
Beceremezler.
Çin Halk Cumhuriyeti ekonomik, Rusya siyasi ve askeri açıdan batı ile ilişkilerde elini güçlendirmek isteyen bütün ülkeler için önemli olanaklar sunuyor. Bunun halka bir yararı yok, çünkü sömürü ilişkileri değişmiyor, derinleşmeye devam ediyor, bir de üstüne “milliyetçilik” ayağına, özgürlükler daha da kısıtlanıyor.
Türkiye’ye gelelim. Ülkenin dünya ile ilişkisine dair iki yönelimin mücadele halinde olduğu söyleniyor. Atlantikçiler ve Avrasyacılar.
Bu taraflaşmanın patronlar arasında gerçek karşılığı olmadığını az önce söyledim. Ancak devlet bürokrasisinde ve siyasette bu iki eğilimden söz etmek mümkün elbette. Bu iki eğilimin gerçekte birbirlerine karşı olup olmadıklarını, ne anlama geldiklerini filan bir kenara bırakıyorum. Bugünün siyasal magazininde dillendirilen saflaşmayı veri alalım. Bir an için.
Millet İttifakı içinde düşük yoğunlukla Avrasyacılar da olduğunu söyleyebiliriz. Ancak 4’lü ya da 6’lı ittifak baskın bir biçimde Batıcıdır, Atlantikçidir. Öyle ki, Ukrayna krizinde Rusya’ya karşı neredeyse savaş ilan etmek istemişlerdir.
İktidar bloku ise rivayet o ki, ikiye bölünmüş ve dişe diş bir mücadeleye tutuşmuştur. Hatta liberallere göre Erdoğan’ı Avrasyacılar tutsak almış, parmaklarında oynatır hale getirmiştir.
Oysa gerçek bu değildir. Şu anda Türkiye’de düzen, Atlantikçi ya da Avrasyacı bir kavşakta değildir. Yapısal olarak zaten Batı’ya eklemlenmiş Türkiye kapitalizmi, kendisine hareket alanı açabilmek için hem Atlantikçi hem de Avrasyacı kadroları (güvenlik bürokrasisi başta olmak üzere) yönetebilen bir iktidara gereksinim duymaktadır.
Erdoğan bu konuda beceri kazanmıştır. Birbiriyle savaşan iki ülkenin liderinden de “samimi” övgüler alması, bunun kanıtıdır ve hafife alınmamalıdır.
Beceri Erdoğan ile de sınırlı değildir. Şu anda “Saray” diye kodlanan yapının stratejik aklı açısından kilit unsurlar olan Kalın ve Akar gibi isimler, bütün NATO’culuklarına rağmen, Avrasyacılardan iktidar adına faydalanmak için büyük çaba harcamaktadır.
Zor değil çünkü ortada sınıfsal bir çelişki yoktur, söz gelimi bir dönem ileri sürüldükten sonra geriye çekilen Mavi Vatancıları “devlet hizmeti”nde başka şekillerde değerlendirmek için Türkiye’de epey olanak var! Sermayenin çıkarlarını ulusal çıkar diye pazarlama konusundaysa engin bir deney birikmiş durumda memlekette.
Emin olun, AKP iktidarı bu sözünü ettiğim beceriyi elde etmemiş olsa, yani dönemin ruhunu muhalefetten daha iyi okumasa, şu anda çoktan dağılmıştı. Bu ekonomik koşullara rağmen hükümet bir biçimde ayaktaysa bunun nedeni Türkiye kapitalizminin uluslararası ve bölgesel yeri ve ihtiyaçları konusunda düzen muhalefetinden çok daha berrak bir fikre sahip olmasıdır.
Hükümetin Biden’in başkanlığıyla birlikte sessiz sedasız gerçekleştirdiği Batı’yla yumuşama hamleleri, Türkiye’de sermaye çevrelerini fazlasıyla mutlu etti. Bu hamleler devam da edecek. Ancak aynı çevreler, AB’nin Türkiye’ye açacağı kapıların asla yetmeyeceğini de bir kez daha görmüş oldu. Bu nedenle AKP’nin keskin bir dönüş yaparak 20 yıl öncekine benzer bir Amerikancı-Avrupacı yönelime girmesini istemiyorlar.
Bütün bunların halkımız açısından bir önemi var mı?
Bu soruya yanıt verecek yerimiz kalmadı; bir başka yazının konusu olsun.