Vatan ve Hürriyet Derneği’nden İstanbul’a Çıkartma gerçekleşti
Vatan ve Hürriyet Derneği’nden İstanbul’a Çıkartma gerçekleşti
Vatan ve Hürriyet Derneği, “İstiklalin köklerinden, Cumhuriyetin geleceğine ziyaretler” kapsamında bu hafta İstanbul’a gerçekleştirdikleri ziyarettin ilk durağı Kazım Karabekir Paşa müzesi oldu.
Vatan ve Hürriyet Derneği Genel Başkanı Yaşar Dursun , Genel Başkan Yardımcısı Tevfik İnan, Genel Sekreter Cemal Lüleci,Genel Başkan Yardımcısı Hasan Cumhur Boğaz,Genel Başkan Danışman Uğur Şenlen, Genel Başkan Danışman Cengiz ARSLAN Yönetim Kurulu üyeleri Kazım Karabekir Paşa müzesini ziyaret ederken Kazım Karabekir’in kızı Timsal Karabekir ile Kurtuluş Savaşı kahramanlarından Kazım Karabekir Paşa’yı konuştuk. Yetim ve öksüzler babası olarak anılan Kazım Karabekir’in kurduğu Eytam okulu, ana okulları ve sanayi okulları üzerine sohbet ettik.
Kurtuluş Savaşı yıllarında bir çok zorluğun yaşandığını, Ermenilerin değil, Türklerin kendi öz vatanında soykırım ve esaret yaşadığını dile getirdi.
KARABEKİR; Çanakkale Savaşı ile ilgili anekdotlardan bahsederken, 57nci Alay’ın tamamen şehit edildiğini, o esnada Seyid Onbaşı’nın boyuna kilosuna bakmadan 276 kiloluk top mermisini sırtlayarak, adeta bir dev kesildiğini, Koca Seyid’in gücüyle bir İngiliz zırhlısının batırıldığını ve Çanakkale Savaşı’nın kazanılmasında büyük bir rol oynadığını ifade etti.
Timsal KARABEKİR, Kazım Karabekir Paşa’nın 40 yıl süren Rus çizmesi altında inleyen Doğu Vilayetlerimizin Ruslardan nasıl kurtardığını, İran Tebriz’den dönerken hafif Japon toplarının gemiye yüklenerek Trabzon’a bıraktığını anlatarak, milli mücadele fikrinin doğup Anadolu’da bir silahlanma hareketinin nasıl başladığını ifade etti.
Milli mücadele döneminin zorluklarına da değinen KARABEKİR, Anadolu’ya çıkan beş inanmış yürek; Mustafa Kemal ATATÜRK, Ali Fuat CEBESOY, Kazım KARABEKİR Paşa, Refet BELE ve Rauf ORBAY’ın Amasya Genelgesi’ni imzaladıklarını, bunu duyan İngilizlerin; Mustafa Kemal’in tutuklanmasını istediğini dile getirdi.
Kazım KARABEKİR’in geçmiş olayları değerlendirirken belirttiği, “Yanlış bilgi felaket kaynağıdır.’’ sözüne vurgu yapan KARABEKİR; geçmişte, nice değerli insanların yitip gittiğini, geri dönüşü olmayan kararlar verilmeden önce araştırılıp soruşturulması gerektiğini ifade etti.
Kazım Karabekir’in kızı: Babam yetimlere babalık etmiştir
Timsal Karabekir Yıldıran “Kazım Karabekir, 4 binden fazla erkek 2 binden fazla kız çocuğuna babalık yapmış. Yetimlere babalık etmiştir. Onlara ‘Gürbüzler Ordusu’ ismi verilmiştir.” dedi.
Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı’nda, Doğu Anadolu’da gösterdiği başarılar dolayısıyla “Şark Fatihi” olarak anılan Kazım Karabekir’in, hayatını ülkesine adadığını ve Türk milletinin bağımsızlığı için savaştığını söyledi.
Kazım Karabekir’in, Milli Mücadele boyunca her zaman Mustafa Kemal Atatürk’ün yanında olduğunu dile getiren Yıldıran, Osmanlı ordusunun terhis edilmesine rağmen Karabekir’in 15. Kolordu’yu terhis etmediğini ve askerleriyle Milli Mücadele’ye katıldığını anlattı.
Yıldıran, babası Kazım Karabekir’in Birinci Dünya Savaşı sonrası yetim kalan çocuklara sahip çıktığını ve bundan dolayı “Yetimlerin Babası” olarak anıldığını ifade ederek, şunları kaydetti:
“Kazım Karabekir, 4 binden fazla erkek 2 binden fazla kız çocuğuna babalık yapmış. Analar ve babalar hunharca şehit edilmişler ve onlardan kalan yavrular, bu evlatlar sokaklarda ölüme terk edilmiş. Karabekir Paşa onları himayesine almış ve bakmıştır. Yetimlere babalık etmiştir. Onlara ‘Gürbüzler Ordusu’ ismi verilmiştir. Vatana faydalı olmak için o yetimler birbirleriyle yarışmıştır.”
Yetimlerin sağlıklı koşullarda yetişmesi ve eğitilmesi için Karabekir’in farklı alanlarda önemli çalışmalar yaptığını hatırlatan Yıldıran, şöyle devam etti:
“Babaları şehit edilmiş sıhhiyeci yetimler, kurslar görüşmüş ve gerektiğinde ufak ameliyatlar yapabilecek düzeye getirilmiştir. Orduda savaşa gitmişlerdir. Cephede savaş varken bir yandan cehaletle savaşa önem verilmiş. Yetim çocuklara matbaacılık öğretilmiş ve Kars’da ‘Varlık’ gazetesi basılmış. Yine o çocuklara deri işlemesi ve terzilik öğretilmiş askerimize postal ve kaputlar hazırlamışlar. O zaman bir çocuk 16 saatte bir asker postalı hazırlamakta. Babam Kazım Karabekir üç bayram üzerinde çok duruyordu. Ağaç bayramı, beden eğitimi bayramı ve kitap bayramı.
İstanbul Üsküdar’da Karacaahmet’te Nihal Atsız , Boğazlıyan kaymakamı Kemal Bey’in ve Azerbaycanlı Türkçü Doktor Hüseyin Avnizade kabirleride ziyaret edildi.
Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey (1884-1919)
Mehmet Kemal Bey, 1 Mart 1884 tarihinde babasının memur olarak bulunduğu Beyrut’ta dünyaya geldi. Babası, Sirkeci Gümrük Müdürlüğü ve İstanbul Gümrükler Başkatipliği görevlerinde bulunmuş olan Arif Bey, annesi ise Rodoslu Şeyh Vasfi Efendi’nin kızı Nafıa Hanım idi. Bütün eğitim hayatında üstün başarılar elde eden Mehmet Kemal Bey ilk ve orta okulları Rodos’taki okullarda, lise öğrenimini ise 11 Ekim 1902 tarihinde İzmir Lisesi’nde tamamladı. Meslek yaşantısına yön verecek olan Mülkiye Mektebi’nden 24 Temmuz 1908 tarihinde mezun oldu.
9 Eylül 1908’de Beyrut vilayeti maiyet memurluğu ile meslek yaşamına başladı. Aynı yıl 7 Ekim 1908 tarihinden 3 Aralık 1908 tarihine kadar Mergab kazası kaymakam vekilliği görevini de yürüttü. 24 Kasım 1909’da Cezayir-i Bahr-ı Sefid vilayeti memurluğuna nakledildi. Buradaki görevine 7 Şubat 1910 tarihinde başladı. Mehmet Kemal Bey bu memuriyeti sırasında, Rodos Lisesi’nde, Türkçe, Medeni Bilgiler, Tarih, Coğrafya dersleri de verdi. 14 Haziran 1911 tarihinde Rodos kaymakamlığına terfi etti. Fakat kısa süre sonra Rodos’tan alınarak 17 Aralık 1911 tarihinde Doyran kazası kaymakamlığına tayin edildi. Bir süre sonra sağlık sorunları nedeniyle daha uygun bir yere naklini istedi. Bu isteği doğrultusunda 16 Ekim 1912 tarihinde Gebze kazası kaymakamlığına atandı. 10 Haziran 1913 tarihinde de İzmit sancağı Karamürsel kazası kaymakamlığına nakledildi.
Karamürsel kaymakamlığı sırasında Mehmet Kemal Bey hakkında idari işlerdeki suiistimal nedeniyle suçlamada bulunuldu. Memurların Seçimi Komisyonu 10 Temmuz 1914 tarihinde Mehmet Kemal Bey’i mülkiye müfettişlerince yapılacak tahkikatın sonuçlanmasına kadar geçici olarak görevinden uzaklaştırdı. İnceleme sonucunda masumiyeti tespit edilerek görevine tekrar iade edildi. Başka bir ilde görevlendirilmesini talep etmesi üzerine 15 Mayıs 1915 tarihinde Yozgat sancağı Boğazlıyan kazası kaymakamlığına tayin edildi. 11 Haziran 1915 tarihinde görevine başlayan Mehmet Kemal Bey, 23 Nisan 1916 tarihine kadar asli olarak kaymakamlık görevini yürüttü. Yozgat Mutasarrıfı Cemal Bey’in görevden alınmasıyla 19 Ağustos – 8 Ekim 1915 tarihleri arasında kaymakamlık görevine ilaveten Yozgat mutasarrıf vekili olarak da görev yaptı. 23 Nisan 1916 tarihinde terfi ettirilerek Batraski-Şam kazası kaymakamlığına tayin edilen Mehmet Kemal Bey, birkaç ay sonra 11 Eylül 1916 tarihinde İzmit sancağı Muhacirler Müdüriyetinde görevlendirildi.
Boğazlıyan kaymakamlığı görevini yaptığı sırada terk edilmiş mallarla (emval-i metruke) ilgili işlemlerde suiistimali bulunduğu iddiası üzerine Ankara Vilayeti İdare Meclisi’nin 8 Ocak 1917 ve Devlet Şurası’nın 12 Nisan 1917 tarihli kararlarıyla yargılanmasına karar verildi. Yapılan yargılamada terk edilen malların satışı esnasında birkaç parça mutfak eşyası satın aldığı tespit edildi. Bu gerekçe ile Mehmet Kemal Bey memuriyetten uzaklaştırılma cezası aldı. Ancak terk edilen mallardan satın alınmayacağına dair bir kanun veya karar bulunmadığını gerekçe göstererek hakkındaki karara itiraz etti. Davayı inceleyen Konya İstinaf Mahkemesi Mehmet Kemal Beyi haklı bularak 25 Temmuz 1918 tarihinde oy birliği ile beraatına karar verdi. Aklanmasından sonra Konya Tarım Müfettişiliği’nde görevlendirildi.
Mehmet Kemal Bey, Konya’daki görevindeyken Osmanlı İmparatorluğu Birinci Dünya Savaşı’ndan yenilgi ile çıktı. İtilaf Devletleri 13 Kasım 1918 tarihinde İstanbul’u ele geçirdi. İngiliz Yüksek Komiseri Amiral Calthorpe, Tevfik Paşa hükümetine savaş suçlularının tutuklanması ve yargılanması emrini verdi. Yüksek Komiser’in verdiği liste doğrultusunda İttihat ve Terakki hükümetleri döneminde görev yapan ve isimleri bir şekilde öne çıkmış devlet adamları, gazeteciler, yazarlar ve düşünürler tutuklanmaya başlandı. Dahiliye Nazırı Mustafa Arif Bey’in tutukluların soruşturulmalarına dair önerisi Meclis-i Vükela’nın 21 Kasım 1918 tarihli toplantısında kabul edildi. Alınan karara göre soruşturma süreci, içinde Ermeni ve Rum üyelerin de bulunacağı bir komisyon tarafından yürütülecekti. Bitlis Valisi Mazhar Bey’in başkanlığında kurulan Tetkik-i Seyyiat Komisyonu (Suçları İnceleme Komisyonu) 24 Kasım 1918 tarihinde göreve başladı. Komisyon sorgulanmak üzere aralarında Mehmet Kemal Bey’in de bulunduğu altı kişinin tutuklanmasını istedi.
Mehmet Kemal Bey, 1915 yılında gerçekleşen Ermeni tehciri ile ilgili olaylarda sorumluluğu olduğu gerekçesi ile 16 Aralık 1918 tarihinde Konya’da tutuklandı. İstanbul’a getirilerek bir süre Tetkik-i Seyyiat Komisyonu tarafından Sansaryan Han’daki Polis Müdüriyeti’nde sorgulandı. Sorgusu tamamlanan Mehmet Kemal Bey, yargılanmak üzere diğer devlet görevlilerinin tutulduğu Bekirağa Bölüğü’ne götürüldü. Meclis-i Vükela yine aralık ayı içerisinde tutuklananların yargılanmaları için Harp Divanlarının oluşturulmasına karar verdi. İlk Harp Divanı 16 Aralık 1918 tarihinde İstanbul’da kuruldu. Başkanlığına Hayret Paşa atandı. Boğazlıyan’da sivil Ermenilerin öldürülmesinden sorumlu tutulan Mehmet Kemal Bey, 5 Şubat 1919 tarihinde Harp Divanı’nda yargılanmaya başlandı. İngilizlerin istekleri doğrultusunda tutuklanan devlet görevlilerinin mesnetsiz iddialarla suçlanması ve yargılanmaya başlanmaları Türk kamuoyunda infial ortaya çıkardı. Tutuklama ve yargılamalara tepki gösteren önemli isimlerden biri de Mustafa Kemal Paşa idi. Yaveri Cevat Abbas Bey ile birlikte Bekirağa Bölüğü’ne giden Mustafa Kemal Paşa, Mehmet Kemal Bey dahil olmak üzere tutuklu bulunan arkadaşlarına Türk milletinin kendileriyle birlikte olduğunu söyleyerek moral verdi.
Yargılama süreci 7 Nisan 1919 tarihine kadar yaklaşık iki ay devam etti. 18 duruşma yapıldı. Siyasi baskılar nedeniyle bağımsız hareket edemeyen ve İngilizlerin istekleri doğrultusunda karar vermek zorunda kalacaklarını gören Hayret Paşa ve daha sonra başkan olarak görevlendirilen Ali Fevzi Paşa görevlerinden istifa ettiler. Tehcir davasının son beş oturumu Ali Fevzi Paşa’nın yerine atanan Mustafa Nazım Paşa tarafından yöneltildi. Mahkeme heyetinde üye olarak yer alan ve Mehmet Kemal Bey’in idam edilmesi konusunda ısrarcı olan isim ise emekli Mirliva Mustafa Paşa (Nemrut Mustafa Paşa) oldu. Bu nedenle birçok kaynakta Nemrut Mustafa Paşa mahkeme başkanı olarak anılır ki bu tamamen yanlış bir bilgidir.
Ermenilerin dava vekaletini üstlenen Leon Remzi ilk dilekçesinde öldürülenlerin sayısını 300, daha sonraki düzeltmesinde ise bu sayıyı 2700 kişi olarak gösterdi. 10 Şubat günü yapılan duruşmada da öldürülen Ermenilerin sayısını 6000 kişi yükseltti. Dinlenen şahitlerin büyük çoğunluğu Ermenilerden oluşuyordu. Anadolu’dan geleceklerin yolluk ve yevmiyeleri karşılanmadığı için Mehmet Kemal Bey lehine şahitlik yapacaklar, İstanbul’a gelemedi. Lehte tanıklık yapanlar ancak üç kişi ile sınırlı kaldı. Aleyhte tanıklık yapanlar 19 kişiydi. İfade verenlerin beyanlarının gerçek dışı olduğu mahkeme heyeti tarafından tespit edildi. Örneğin Ojeni Varvaryan tehcir sırasında küçük bir kız olduğunu kafasına balta vurarak öldürülmek istendiğini ama şans eseri hayatta kaldığını anlattı. Mahkeme, Ojeni Varvarya’nın kafasındaki yara ile ilgili doktor raporu talep etti. Tıbbi incelemede yaranın çok yeni olduğu ve balta ile oluşmasının mümkün olamayacağı belirlendi. Raporun mahkemede okunmasından sonra Varvaryan, Boğazlıyan’da hiç bulunmadığını ama bu şekilde ifade vermesi için kendisine para verildiğini itiraf etti. Diğer şahitler de savunma avukatlarının soruları üzerine iddia ettikleri olayı hiç görmediklerini ama anlatılanları duyduklarını beyan ettiler.
Mehmet Kemal Bey savunmasında Sivas ve Yozgat arasında köylere saldıran çetelerin olduğunu ve çetelerin toplamda 800 civarında silahlı üyeleri bulunduğunu, kendisinin bu çetelerle mücadele ettiğini, ölenlerin ise sivil değil çete mensubu Ermeniler olduğunu belirtti. Köyleri basan bu çetelerle etkin mücadele etmek amacıyla Kayseri ve Niğde’den asker talep ettiğini, Niğde’ye bağlı bölgelerden asker takviyesi yapıldığını, gerekirse bu konunun Kayseri bölge kumandanına sorulabileceğini söyledi. Bu durumda önemli bir şahit durumuna gelen Kayseri bölgesi kumandanı Şahap Bey’e telgraf çekilerek Mehmet Kemal Bey’in yardım isteyip istemediği soruldu. Şahap Bey yine telgrafla verdiği karşılıkta belirtilen yazışmayı “hatırlamadığını” belirtti. Bu ifade üzerine Mehmet Kemal Bey’in savunması geçerliliğini yitirdi. Halbuki Kemal Bey’in mahkemede söyledikleri tarihsel bir gerçeklikti. Askeri Tarih Belgeleri Dergisi’nin 85. Sayısında yer alan 2023 nolu belge ve Osmanlı Arşivi’ndeki fonlardan Dahiliye Nezareti Şifre Kalemi (DHŞFR) yazışmalarında bulunan 54-A/257 nolu belge Mehmet Kemal Bey’in Kayseri ve Niğde’den yardım talep ettiğini, Kayseri’nin yardımda bulunmadığını ancak Niğde’ye bağlı bölgelerden Yozgat’a asker sevk edildiğini ortaya koymaktadır.
Mahkeme, 8 Nisan 1919 tarihli kararıyla Mehmet Kemal Bey’i Yozgat ve Boğazlıyan Ermenilerinin tehciri sırasında suiistimalde bulunduğu ve öldürme olaylarına göz yumduğu gerekçesiyle idama mahkum etti. Karar 10 Nisan 1919 Perşembe günü Bayezid Meydanı’nda uygulandı. Cenazesi büyük bir törenle Kadıköy Kuşdili çayırındaki Mahmut Baba Türbesi’nde daha önce hayatını kaybetmiş olan oğlunun yanına defnedildi. Mütareke döneminde Ermeni tehcirine bağlı olarak yargılanarak idam edilen ilk isim Mehmet Kemal Bey oldu.
Mehmet Kemal Bey’in haksız olarak siyasi bir kararla idam edilmesi Türk milletini derinden yaraladı. Türkiye Büyük Millet Meclisi’nin açılmasından sonra Kayseri milletvekili Ahmet Hilmi Bey’in önerisi ile Mehmet Kemal Bey’e 14 Ekim 1922 tarihinde Milli Şehit unvanı verildi.
İki kez evlenen Mehmet Kemal Bey’in ilk eşi Zühdi Paşa kızı Subhiye Hanım’dır. Bu eşinden Müzehher ve Müşerref adlarında iki kızı ile idamından iki yıl evvel İstanbul’da vefat eden Adnan adında bir oğlu oldu. Subhiye Hanım’dan ayrıldıktan sonra Kayseri’de görev yapan başkomiser Ahmet Bey kızı Hatice Hanımla evlendi. Adnan (Ergüder) adındaki oğlu idam edilmesinden sonra dünyaya geldi.
Nihal Atsız kimdir?
Türkçülük-Turancılık akımının önemli bir temsilcisi olan Nihal Atsız, keskin ve dolaysız yazılarıyla hafızalara kazınmıştır. Türk tarihini ve edebiyatını çok iyi bilmektedir. Özellikle Göktürkler üzerinde uzmanlaşmıştır. 34 tane kitabı ve birçok şiiri mevcuttur. Türkçülük hareketini etkileyen en önemli isimlerden biridir.
Nihal Atsız, 12 Ocak 1905 tarihinde İstanbul’da doğdu. Annesi Fatma Zehra Hanım, babası binbaşı Mehmet Nail Bey’dir. Ahmet Nejdet Sançar ve Fatma Nezihe Çiftçioğlu isimli iki kardeşi vardır. Fatma Zehra’nın vefatı üzerine Mehmet Nail Bey, 1931’de yeniden evlendi. Ancak 2 yıl sonra eşinden boşandı. Atsız, ilk ve ortaöğrenimini Kadıköy’de tamamladı. Daha sonra Askeri Tıbbiye’ye girdi.
Bu dönemde Türkçülük akımının etkisine girmeye başladı. Bu yüzden yaşadığı problemlerden dolayı 1925’te Askeri Tıbbiye’den atıldı. Kısa bir süre sonra Kabataş Erkek Lisesi’ne yardımcı öğretmen olarak girdi.
Daha sonra şehirlerarası vapurlarda kaptan olarak çalıştı. 1926 yılında yatılı olarak İstanbul Darülfünunu Edebiyat Bölümü’ne kayıt olan Atsız, bundan bir hafta sonra askerliğini yapmak için okula ara verdi. Üniversiteye geri döndükten sonra, bir arkadaşıyla birlikte “Anadolu’da Türklere Ait Yer İsimleri” adlı bir makale yazdı. Bu makale Türkiyat Mecmuası’nda yayınlandı. 1930 yılında mezun oldu.
Yazdığı makale, öğretmeni Mehmet Fuat Köprülü’nün dikkatini çekmişti. Bu yüzden Atsız’a bir şekilde yardımcı olmaya ve onu yanına almaya çalıştı. Atsız mezun olduktan sonra 8 yıl boyunca liselerde mecburi hizmet yapmalıydı ancak Köprülü bu mecburi hizmeti affettirdi ve onu 1931’de asistanı olarak üniversiteye aldı.
Asistanlık görevine başladıktan sonra Atsız, hocası Köprülü, Zeki Velidi Togan, Abdülkadir İnan gibi isimlerle birlikte “Atsız Mecmua” adlı Türkçülük yanlısı bir dergi çıkartmaya başladı. Ancak dergide yayınlanan “Dârülfünûn’un Kara, Daha Doğru Bir Tabirle, Yüz Kızartacak Listesi” makalesi yüzünden 1933 yılında asistanlıktan uzaklaştırıldı.
Bu tarihte Atsız, öğretmenliğe dönmeye karar verdi. Malatya’ya tayini çıktı. Burada birkaç ay Türkçe öğretmenliği yaptıktan sonra yeni tayini üzerine Edirne’ye gitti. Bu sırada “Türkçü Dergi” sıfatıyla “Orhun” isimli bir dergi çıkartmaya başladı. Bu derginin yayınına, ders kitaplarında okutulan tarihi açık ve ağır şekilde eleştirdiği için bakanlar kurulu tarafından son verildi.
Nihal Atsız 1934 yılında İstanbul’daki Deniz Gedikli Hazırlama Okulu’na atandı. Burada 4 yıl çalıştıktan sonra 1938’de görevden alındı. Öğretmenliğe 1939 yılına kadar Özel Yüce-Ülkü Lisesi’nde devam etti. 1939-1944 yılları arasında Boğaziçi Lisesi’nde görev yaptı. Bu sırada Orhun adlı dergiyi tekrar yayınlamaya başladı.
Bu yıllar İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna gelindiği ve Türkiye’de ideolojilerin çarpıştığı bir dönemdi. Atsız, Orhun Dergisi’nin bir sayısında o sırada başbakan olan Şükrü Saracoğlu’na bir çağrı yayınladı. Pertev Naili Boratav, Sabahattin Ali gibi isimlerin Marksist bir hareket içinde olduğunu öne sürdü ve Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel’in istifa etmesini istediğini belirtti. Bu çağrı, birçok ilde Komünizm aleyhinde ufak çaplı ayaklanmaları tetikledi. Tepki uyandıran bu mektubun ardından Atsız, Boğaziçi Lisesi’ndeki vazifesinden alındı ve Orhun Dergisi tekrar kapatıldı.
Sabahattin Ali, mektupta “vatan haini” olarak suçlanması nedeniyle Atsız’a bir hakaret davası açtı. Bunun üzerine 6 ay hapis cezasına çarptırıldı. 1944 yılında dönemin cumhurbaşkanı İsmet İnönü, Nihal Atsız ve 34 arkadaşı aleyhine bir konuşma yaptı. Bunun üzerine grup yargılanmaya başladı ve Atsız 6.5 yıl hapse mahkum edildi. Fakat karar temyize gidince bu süre 1.5 yıla indirildi.
Atsız, 2 yıl kadar iş bulamadı. 1949’da bir arkadaşı milli eğitim bakanı olunca onun aracılığıyla bir kütüphanede çalışmaya başladı. Bu sırada Demokrat Parti’nin iktidara gelmesiyle Haydarpaşa Lisesi’ne atanarak burada öğretmenlik yapmaya başladı.
1952’de “Türkiye’nin Kurtuluşu” adlı konferansı üzerine bazı gazeteler Atsız’ın aleyhinde yazılar yazdı. Bunun üzerine Haydarpaşa Lisesi’ndeki görevinden alınarak tekrar kütüphaneye tayin edildi. Süleymaniye Kütüphanesi’nde emekli olduğu 1952 yılına kadar çalıştı.
Atsız, 1950 yılında “Orkun” adlı dergide yazarlık yapmaya başladı. Bununla birlikte “Ötüken” adlı dergiyi de yayınladı. Bu dergilerde yazdığı bazı makaleler, genel anlamda “Markisitlerin Doğu’daki gizli çalışmaları” diye adlandırdığı yazıları tepki topladı. Bu sırada “Ötüken”deki yazıları yüzünden Atsız ve bir arkadaşı açılan dava sonucunda 15 ay hapse mahkum edildi. Bu mahkumiyet kararının ardından çalıştığı üniversitedeki öğretmen ve öğrencileri dönemin cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ten Atsız’ın affını istedi. Bu istekleri cumhurbaşkanı tarafından kabul edildi.
Nihal Atsız, geçirdiği kalp krizi sonucu 11 Aralık 1975 tarihinde vefat etti.
Evlilikleri
Nihal Atsız 1931 yılında ilk eşi olan Mehpare Hanım’la evlendi. 1936 yılında evlenip 1975’te boşandığı ikinci eşi Bedriye Hanım’dan 1939 doğumlu Yağmur Atsız ve 1946 doğumlu Buğra Atsız isimli 2 çocuğu olmuştur. Oğlu Yağmur’a 4 Mayıs 1941’de yazdığı vasiyetname çok konuşulmuştur.
Sözleri
Milletleri millet yapan, uğrunda ölecekleri yüksek ülkülere bağlanmış olmalarıdır.
Milleti yapan unsurlardan biri de din olduğuna göre, Türkler‘in dini üzerinde de durmaya mecburuz. Hiç şüphe yok ki, Türkler‘in dini müslümanlıktır. Eski dinimiz olan Şamanlık’dan da bazı unsurlar alarak bir Türk müslümanlığı haline gelen bu din, on yüzyıldan beri bizim milli dinimiz olmuştur.
Milletimiz ne fedakarlıkta, ne millet severlikte, ne yaratıcılıkta ve ne de müminlikte hiçbir milletten geri değil ve hatta ileridir.
Milattan önceki yüzyıllarda Hunlar, çocuklarını, topluma faydalı olabilecek bir terbiye ile yetiştirirlerdi. Topluma faydası dokunmayacak kadar yaşlanmış olanlar ise intihar ederlerdi.
Maddileşmiş bir insan vatan için ölür mü? Bencil bir insan muhtaçlara yardım eder mi? Milletine inanmayan bir adam yabancı ile işbirliği yapmaz mı? Erdemi gülünç bulan birisi çalıp çırpmaz mı?
Kendimize dönelim. Ahlak, edebiyat, musiki, giyim, zevk, yemek, eğlence, hukuk, aile, adet, anane ve her şeyde milli olalım.
İstek ve inanç, her güçlüğü devirir.
İnsan meziyet sahibi olmaya mecburdur.
İnsanları insan yapan, büyük bir düşüncenin ardından koşmalarıdır. İnsan, şeref için ve muhteşem saydığı bir gaye için ölmesini bilen yaratıktır.
İlk düşüneceğimiz şey: Türkiye’de Türk Kültürü’nü hakim kılmak, yabancı tesirleri silkip atmaktır.
İlim ve hakikat, siyasetin oyuncağı olamaz.
İktisadi doktrinler çabuk değişir, değişmeyen prensipler, milliyetçilik prensipleridir.
İki millet arasındaki gerginlik ikisi arasında kalmıyorsa bunun sebebi, o ikisi arasındaki savaş sonunda doğacak durumun şu veya bu milletleri de başka açılardan ilgilendirecek nitelik taşımasıdır.
Her Türkçü, bulunduğu yerin görevini inançla yaparsa, Türkçülük ülküsü sağlamlaşır. Türklük güçlenir.
Herkes barıştan söz ettiği halde herkes savaşıyor. Çünkü herkes kendi yarınını, öbür gününü, daha uzak geleceğini emniyete almak istiyor. Çünkü kimse kimseye güvenmiyor. Çünkü herkes birbirinden korkuyor.
Her iman ahlaka yürüyeceğine göre, Türkçülük’de de sağlam bir ahlakın bulunması birinci şarttır.
Hem duyguya, hem de düşünceye dayanan milli şuur, bir milletin manevi kuvvetlerinden en önemlisidir.
Haritalarda ırkımızın yaşadığı yerlere baktık, milletimize fenalık edenleri tarihte okuduk ve milli kini ateşten damgalar gibi kalbimize yazdık.
Hakkımızı, atalar mirasını istiyoruz. Alacağız da.
Gittikçe uyanan milli şuur karşısında gafiller ve hainler, Türk milletini daha çok aldatamayacaklardır. Kızıl elmanın yolunu kapatamayacaklardır.
Gerçekten Türkçü olmak kolay değildir. Her önüne gelen Türkçü olamayacağı gibi, her Türkçüyüm diyen de Türkçü olamaz.
Fedakarlık insanları da, milletleri de asilleştirir, kahramanlaştırır.
Eski topraklarımızı kurtarmak isteğimiz emperyalizm ise emperyalistiz. Türkistan’ı, İdil-Ural’ı, Azerbaycan’ı, Kafkasya’yı, Kırım’ı ve Türkler‘in yaşadığı başka yerleri is!temek emperyalizm ise kutlu bir düşüncedir.
Eskiden Türkler arasında bir ayrılık konusunda Sünnilik-Şiilik meselesi de artık bahis konusu sayılmaz. Bunların hepsi Müslüman Türk‘dür ve Müslümanlığı anlayıştaki içtihat farkları, artık Türkler arasında ikilik doğuramaz.
En büyük kahramanlığı yapsanız bile en küçük karşılığını beklemeyiniz.
Emperyalizm bir milletin başka milletleri hükmü altına alması demektir.
Dünyaya yayılmaya çalışmak, dünyadan silinmek korkusunun tepkisidir.
Dünyadaki bütün milletler, yabancı devlet hakimiyetinde kalan soydaşlarını kendileriyle birleştirmek için silahlı ve silahsız savaşlar yaparlar. Bunun adı emperyalizm değildir, irredantelizmdir ki makbul bir davranıştır
Dün tembelliğinden bahsolunan bu millet, kendine göre en ağır vergileri ödeyen millettir.
Dün sultanlara taptığı zannolunan bu millet, milli mevcudiyetini tehlikede görünce bir kumandanın emri altına girmiş, hayatını ortaya atarak istiklalini ve istikbalini kazanmıştır.
Dinin bir ruh ihtiyacı olduğunu bilim kabul etmiştir.
Dil; bir milletin sembolüdür. O milleti bir arada tutan ve yok olmasını engelleyen biricik faktördür.
Dil, bir milletin en değerli malıdır.
Büyümek istemeyen bir millet küçülmeye mahkumdur.
Büyük adam hususi hayatında da yüksek ve temiz olan adamdır. Bir takım meziyetleri bulunan bir rezil hiç bir zaman büyük değildir.
Biz Türküz. Tarihimize ve en yakın mazimize dayanarak Türküz der ve bundan haklı bir iftihar duyarız.
Bizim için önemli olan, dost kılıklı yabancıların milli ülküyü güya milli çıkar adına baltalamasının önüne geçmektir.
Bize yalnız dans etmesini, iyi giyinmesini, kur yapmasını ve aşık olmasını bilen gencin lüzumu yoktur. Bize bugün mesleğinde usanmadan çalışacak, yarın hudutta göz kırpmadan ölebilecek genç lazımdır.
Bize bir gençlik lazımdır. Temelinde cehalet, duvarlarında riya, tavanlarında dalkavukluk bulunmasın.
Biz bin yıl sonrasına hitap ediyoruz.
Bir topluluktan müşterek ülküyü kaldırın, insanların hayvanlaştığını görürsünüz.
Bir milletin yürütücü kuvvetine “ülkü” denir.
Bir millet için, büyümekten korkmak kadar ölümcül düşünce olamaz.
Bir millete, geçmişini unutturmak, onu yok etmenin ilk şartıdır.
Bir millet, büyümek ve iş yapabilmek için kendisinin büyük bir millet olduğu inancını duymalıdır.
Bir gün ülkede milliyetçi geçinen politikacılar, yöneticiler, sanatçılar, aydınlar hiç bir çıkar kaygısına düşmeden, yiğitçe, korkusuzca Türkçü söylemlerde, Türkçü tavırlarla milletin karşısına çıkarlarsa o gün Türkçülük büyük bir utkuya yaklaşır.
Barış, savaşın başka metotlarla devamı ve silahlı savaşa hazırlığın ayrı bir şeklidir.
Bana göre Ticanilik, Nurculuk, yobazlık, komünizm ve partizanlık gibi hastalıkların sebepleri, milli ülküden yoksunluktur.
Komünistlikten hüküm giymiş olanlar, Türk Milliyetçiliği’nin kökünü kazımak için kampanya açmış olan partiler, İslam beynelmilelciliği davası güdenler de hep milliyetçi olduklarını söylerler. Türkçülük butürlü eksik ve yanlış milliyetçiliklerin hepsini reddeder.
Ahlak, millet yapısının temelidir. O olmadan hiç bir şey olmaz.
Ahlakın meydana gelmesinde en önemli sebep soydur. Bir toplumun ahlakı, soyunun karışması ile değişebilir.
Milletler fedakar fertlerin çokluğu nisbetinde yükselir.
Yüksel ki yerin bu yer değildir. Dünyaya gelmek hüner değildir.
Yerinde kullanıldığı zaman bir hastayı diriltecek olan ilaç, yanlış kullanılırsa insanı öldürebilir. O zaman suç ilaçta değil, yanlış kullanandadır.
Yaşayıp yükselmek, ahlaklı ve iradesi sağlam milletlerin hakkıdır.
Yalnız kazancımızı, midemizi, maddemizi düşünmeyelim. Bunu hayvanlar da yapar. Daha çok manaya, düşünceye, ülküye dönelim. İnsanlık budur.
Yabancı hakimiyetler altında kırılan, sürülen milyonlarca ırkdaşımızın bulunması bize vazifemizin büyüklüğünü ve şerefini hatırlatsın.
Ümit, en sonra terk olunan şeydir.Ümitlerimiz kırık değildir. Uğrunda çalışanlar, ızdırap çekenler, ölenler bulundukça Türkçülük mutlaka zafer olacaktır.
Ülkü yolunda yürüyen milletler başka milletleri hem korkutur, hem kendisine hayran bırakır.
Ülküsüz topluluk ye!rinde sayan, ülkülü topluluk yürüyen bir yığındır.
Ülküler, gerçekle hayalin karışmasından doğmuş olan, düne bakarak yarını arayan, milletlere hız veren ve uğrunda ölünen büyük dileklerdir.
Türk’ü, gerçek olarak, Türk’den başkası sevemez.
Türk Milleti, üç bin yıldan beri vardır. O’nun varoluşu, büyüklüğü, gücü, tarihe damgasını vuruşu, yalnız milli karakteriyle mümkün olabilmiştir.
Türklük ve Türkçülük ebedidir.
Türkler hem ahlaklı, hem de iradeli bir millettir. Zaten bu ikisi, çok kere birlikte bulunur.
Türkçülük dün bir kaynaktı, bugün bir çaydır. Yarın coşkun bir ırmak olacak ve önünde yabancı duygu ve düşüncelerden gelen bütün engeller yıkılacaktır.
Türkçülük insanlara hiç bir vaatte bulunmuyor, maddi veya manevi bir şey vermiyor. Yalnız istiyor… Fedakarlık ve feragat istiyor.
BÜYÜK FİKİRLERİN ADAMI HÜSEYİN ZADE ALİ BEY KİMDİR ?
Hüseyinzade Ali bey 28 Şubat 1864 tarihinde Azerbaycan Cumhuriyeti’nin Bakü şehrinde dünyaya gelmiştir. Hüseyin Zade Ali Bey’in yaşamını incelediğimiz zaman henüz küçük yaşlarda Ailesini kaybettiğini görmekteyiz. Anne ve babasının vefatı ile dedesi tarafından yetiştirilmeye başlandığını tarihi kayıtlarda girmekteyiz.
HÜSEYİN ZADE ALİ BEY EİTİM HAYATI
Hüseyinzade Ali bey Lise çağına geldiğinde diğer milletlerin Kafkas kültürünü tanıtmak amacıyla dillerini öğrenmek isteyerek dil çalışmalarına önem vermiştir liseden mezun olduğunda Arapça, Farsça ( muhtemelen şeyh olan dedesinin katkısı ile ) ve dönemin Kafkasyasının resmi dili Rusça öğrenmiştir. Lise öğrenimini Tiflis’te tamamlayan Hüseyinzade Ali bey 1885 yılında Petersburg (Çarlık Rusya başkenti ) üniversitesinde matematik ve fizik eğitimine başlayarak ilmi çalışmalarına başladığı zaman diliminde. Dedesinin verdiği temel eğitimlerin başında gelen Türklük sevgisinin etkisi ile üniversitenin Türkoloji bölümüne derslerine devam etmektedir. Dil bilgisi açısından yeterli bilgisi olduğu için Batı klasiklerini inceleme şansını değerlendirmiştir. Üniversite yıllarında Arkadaşı Ahmet Sedat bey ile tanışması ve o dönemin Türk Dünyasının tamamında cereyan eden Türkçü Turancı görüşlerin etkisi ile Türkiye’de eğitim öğretim hayatına devam etmek ister. Ve okulunda eğitim ve öğretim faaliyetlerini bitirdikten sonra İstanbul’a gelir ve yerleşir. Türkiye’de Askerî tıbbiyeye girer ve 1894’te Tabin yüzbaşı olarak mezun olur.